
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100.yıldönümü’ndeyiz.
Yeni bir yüzyıl içerisinde yüzerken dünyadaki sorunlar ve iş yapma stillerinin tümüyle değiştiğini veya değişmekte olduğunu görüyoruz. Dünya değişirken bizim aynı stillerle ve verili düşüncelerle meselelere eğilmemiz, bizi sorunların çözümüne değil parçasına dönüştürdüğünü bir türlü idrak edemiyoruz. Bugün bile Cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlamaya çalışırken tarihe, olaylara yaklaşımımızda ya bir şeyi ‘kutsamak’ veya ‘şeytanlaştırmak’tan başka bir tarza sahip olmadığımızı görüyoruz. Çünkü analitik düşünmeyi, tarihi ve günün koşulları bilmeden; ya hasım, ya da hısım nazariyesinden olaylara bakıp tavır alıyoruz. Melek ve şeytan olmadığımızı, insan olduğumuzu hemen unutuyoruz.
Cumhuriyeti kuran kadronun, değişen dünyayı idrak ettikleri için ‘değişmeyen yönetim sistemi’ni (saltanat) değiştirerek cumhuriyete geçiş yaptıklarını unutuyoruz. Oysa Cumhuriyetten önce Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyet deneyimlerinden geçerek Cumhuriyete geçiş sağladığımızı ve günümüzde ise Cumhuriyeti, ‘demokratik cumhuriyete’ evirmemiz gerektiği güneş gibi ortadadır. Aksi takdirde Pakistan, Mısır, Nijerya ve Güney Amerika’da bugün birçok ülkede cumhuriyet rejimi vardır, fakat demokrasi yoktur.
Cumhuriyet ile birlikte ne yapılmış ise, yine aynı şekilde korkmadan bazı şeyler yapmamız gerekiyor. Eğitim, ulaşım, şehirleşme, sanayileşme, tarım, hizmet, göç ve savunma politikalarımızı tekrar masaya yatırmamız gerekiyor. İktisadi, idari ve siyasi alanda yapılması gereken birçok sorunlarımız mutlaka vardır. Cumhuriyeti, 21. yüzyıl vizyonu doğrultusunda taçlandırmamız gerekiyor.
19. yüzyılın zihniyet anlayışı ile 21. yüzyılı yönetemeyeceğimiz ortadadır.
İkinci Dünya Savaş’ından sonra siyasi, askeri ve idari kadroların çekişmelerinden dolayı ülkenin bir türlü gelişmediğini görüyoruz. Siyasi, idari ve askeri kesimin büyük bir kısmı değişen dünya ve değişmeyen kamu yönetim yapımızla muasır medeniyeti yakalayacağımız çelişkisini doğru okuyamadıkları için ülke hep yerinde saymıştır. Oysa korkularla örülü bir paradigma ile ne çağı ne de Cumhuriyetinin 100. yıldönümünü taçlandıramayacağımız ortadadır.
Bu köşe yazısında Cumhuriyetin ne anlama geldiğini ve yokluk içinde olan bir ülkenin hangi iktisadi politikalar geliştirdiğini Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’na baktığımızda anlıyoruz.
1934 yılında yürürlüğe giren Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (BBYSP), en somut ve en sonuç odaklı kalkınma planımızdır. Soyut hedeflere dayalı olmayıp somut planlama mantığı üzerinde inşa edilmiştir. Diğer kalkınma planlarımız maalesef konjonktürel ve soyut stratejilere dayalı birçok bileşenlere sahip olarak kurgulanmışlardır. Onun için diğer kalkınma planlarında istenilen hedeflere ulaşılamamıştır.
Bir kere BBYSP; sektörel anlamda sanayi sektörünün gelişmesini hedefleyen, somut ve öngörülebilir sonuçlara sahip bir plandı. İleri teknolojiye dayalı ülkenin hammadde üretimini destekleyen, bölgeler arası dengesizliği gidermeyi amaçlayan ve ülkenin temel tüketim mallarının üretilmesini hedefleyen somut verilere dayalı sonuç endeksli bir planlama mantığı üzerinde kurgulanmıştı. Başka bir tabirle ülkenin sanayileşmesini bir plan ve program dâhilinde halledilmesini hedefleyen bir eylem planıydı.
Birinci ve ikinci sanayileşme politikalarının içeriğine baktığımızda üç beyaz (un, şeker, pamuk) ve üç siyah (petrol, kömür, demir) sektör üzerinde bina edildiklerini görmekteyiz.
Ekonomisi ve insan kaynakları yokluk içerisinde olmasına rağmen planlanan BBYSP, yüzde 100’ün üzerinde gerçekleşmiştir. Bu büyük bir başarı hikâyesidir.
Cumhuriyetin ekonomik planlama yapısına baktığımızda; 1923- 1929 liberal politikalar, 1934-1938 devletçilik, 1938-1942 yılları ise karma bir ekonomik politika güdüldüğü görülmektedir.
Türkiye’de iktisadi planlara baktığımızda doktriner bir yapı üzerinde değil, genelde konjoktürel ve pragmatik değerler üzerinde inşa edildiklerini görmekteyiz. Devletin bir işletmeci olarak ‘yapma’, ‘yaptırma’ ve ‘caydırma’ politikaları üzerinde iktisadi hayata yaklaştığını biliyoruz. ‘Yapma’da amaç, büyük yatırımların yani kamusal niteliği ağır basan sektörlerde devletin olması, ‘yaptırma’da kasıt ise devletin işletmeci olarak fayda görmediği alanlarda özel sektörün desteklenmesi ve teşvik edilmesi ve ‘caydırma’ politikalarına bakıldığında ise devletin bazen fiyatlar, destekler ve bazen de yasaklar şeklinde öne çıkan uygulamaları olduğu görülmektedir.
İktisadi güç ile siyasi güç arasındaki ilişkiler tarihsel olarak lineer (-) bir çizgiden ziyade devamlı inişli çıkışlı (W) asimetrik bir ilişki şeklinde var olagelmiştir. Özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde sanayici ile devlet arasında bebek sanayisi ilişkisi açık- gizli devam etmiştir. Rüştünü ispatlamayan bir burjuvazinin varlığı Cumhuriyetin demokrasi ile gürbüzleşmesini negatif yönde etkilemiştir. Aslında Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluş gerekçesine baktığımızda bunu görüyoruz. 1960 ihtilaliyle birlikte askeri ve bürokratik yapının ekonomiye müdahalesinin ve siyasi yapının iktisadi alandan uzaklaştırılmasının bir sonucu olarak DPT’yi bir de böyle okumak da mümkündür.
Kalkınma planlarımıza baktığımızda aşağı yukarı aynı metot üzerinde kurgulandıklarını görüyoruz. Sonuç odaklı değil, geniş çerçeveli makro planlara dayandıkları, tahmini değerlere yaslandıkları ve nelerin yapılacağı, kimler tarafından yapılacağı ve nasıl denetleyeceğine dair somut verilerden areste bir şekilde kurgulandıklarını görüyoruz. Şehirleşmeyi, kırsalının dönüşümünü, doğal kaynaklarının nasıl işletileceğini, iç ve dış göçlerin nasıl ekonomiye kazandırılacağını, özel ve kamu sektörünün önceliklerinin neler olacağını ve ülke insan potansiyelinin nasıl değerlendirileceğini kapsamlarına almayan ve yapısal ayakları eksik olan planlar olduğu görülüyor.
Türkiye’de iktisadi, beşeri ve siyasi krizler hep devlet endeksli politikalar sayesinde vuku bulmuştur. Kamu bürokrasi ve kamu idaresi elden geçirilmeden ve kamusal alan ile özel alan netleştirilmeden demokratik hukuk devletine dayalı bir cumhuriyete geçişin sağlanması çok zordur.
Şayet Cumhuriyeti yeni bir yüzyıl eşliğinde taçlandırmak istiyorsak, bütün aksayan taraflarımızı masaya yatırmaktan çekinmemeliyiz. İktisadi açıdan bir kalkınma ihtiyacına, idari açıdan sistematik rasyonel bir örgütleme ağına, siyasi açıdan güçlü bir siyasal sisteme ihtiyacımız vardır.
Ekonomisi; iç ve dış etkilerden en az etkilenen, idari sistemi; yasal, rasyonel ve kurumsal bir yapı üzerinde inşa edilmiş, siyasi sistemi oturmuş ve tarihsel sorunları çözülmüş, geleceğe güvenle bakan demokratik cumhuriyet idaresinden başka bir seçeneğimizin olmadığı unutulmamalıdır.
Onun için;
-Cumhuriyet, yönetimin babadan oğula, oğuldan toruna geçen bir sistem değildir.
-Cumhuriyet, bilakis babadan oğula geçen yönetime karşı bir meydan okumadır.
-Cumhuriyet, toplumsal katılım ile ele alınan kararların (istişare), bilge insanların ( senato/parlamento) gözetiminde şûra ile onandıkları hukuki bir kararlar rejimidir.
-Cumhuriyet, ehliyet ve liyakatin baş tacı edildiği erdemli insanların yönetimidir.
-Cumhuriyet, yakın akraba ilişkilerine, hemşericilik korumacılığına, siyasi partizanlığa ve her türlü renge, dile, dine, mezhebe, cinsiyet ve sınıf ayrımına ve ayrıcalığına karşı vatandaşlığın kutsandığı bir yönetim sistemidir.
-Cumhuriyet, sadece seçim ve oy çoğunluğu değildir, her türlü hak ve hukukun çoğunluğun kararlarına karşı ötekilerin haklarının korunduğu çoğulcu bir rejimdir.
-Cumhuriyet, bazı insanların ve çıkar gruplarının sadece kendilerinin ifade ettikleri, meydan okudukları bir sistem hiç değildir, aynı zamanda ötekilerin de kendilerini ifade ettikleri ve korunduğu bir rejimdir.
-Cumhuriyet, fazilettir ve faziletli insanların omuzlarında yükselen bir değerdir.
-Cumhuriyet, özgüveni yüksek, beşeri kabiliyeti gelişmiş ve ahlaki donanıma haiz kişilerin omuzları üzerinde yükselir.
Bütün okuyucularımın Cumhuriyet Bayramını kutluyorum.